Bir TV kanalında gördüm. İnsanlar bir komisyon önünde, Popstar yarışmalarında olduğu gibi yaptıkları icadı anlatıyorlardı. Bilmem nedendir, ülkemizde, hep icat yokluğundan yakınırız. Kendimize güvenimiz olmadığından tutunda, neler söylenir, neler… Hatta, mucitlerin biraz çatlak oldukları bile ima edilir.
Sandıklı ilçemizde güzel şeyler oluyor. Türkiye mucidini ararken, Sandıklı mucidini buldu bile. Kullanılmış malzemelerden 6 vitesli bir traktörü Sandıklılı vatandaşımız 6 bin YTL’ye yapmayı başardı. Bunun yeni malzemelerden yapılması ise 25 bin YTL’ye yapılabileceğini söylüyor vatandaşımız.
Bu vatandaşımızı kutluyorum. Umarım elinden bir tutan olur, amacına ulaşır.
Fotoğraf kaynağı: Afyonkarahisar Kocatepe Gazetesi, sayfa 2, (12.5.2007)
“Sözün Bittiği Yer” bir sinema filminin adı. 6 yaşındaki lösemili oğlunu kurtarmak için palyaçoluk yapan babanın hikayesi. “Bir İsmail Güneş filmi…”
Türk Eğitim-Sen seyirci sponsoru olmuş bu filme.
İsmail Güneş önemli bir yönetmen. Adı gazetelerde, sinema dergilerinde geçmediğine bakmayın siz, Türkiye’de işkenceyle ilgili tarafsız ilk filmi yapmıştı daha önce. Nedense medyada gündeme bile gelmemişti.
Ben de film ilimize geldiğinde seyretmek için gideceğim.
Çocukluğumdan Hıdırellez kutlamalarıyla ilgili hafızamda pek birşey kalmamış. Sadece kaplıcalara gittiğimizi hatırlıyorum. Bugün, eşim ve ben çocukları da alarak Hıdırlık’taydık. Mangal keyfi yapanlar, uçurtma uçuranlar, uzanıp öğle şekerlemesi yapanlar…
28 derece sıcaklık vardı bugün. Bunaldık. Çocuklar şendi. Biz tedirgin. Çocuklar, okul gezileri hariç böylesi kalabalığa alışkın değillerdi çünkü. Kalabalığı görünce sevindiler. Koştular, oynadılar… Onların fotoğraflarını çektik.
Yıllar önce İbrahim, teksir kağıdıyla çoğaltılmış bir nüshasını getirdiğinde nasıl sevinmiştik. Bir çırpıda okumuş, efsane hakkında konuşmuştuk… Herhalde şairinin beğenmediği, fakat ünü diğer şiirlerinin de önüne geçen tek şiir Sezai Karakoç’un Monna Roza’sı olsa gerek. Şimdi internette bir efsane gibi dolaşıyor.
Şiiri okuyan, Sacit Onan
Geçen hafta Mevlevi Camisi’ne gittiğimde içerisine girememiştim, kapalıydı. Mevlevi istirahatgahlarını görememiştim. Bu hafta gittiğimde şansım varmış, içeri girebildim. Dışardan gezmek için gelenler de vardı. Hatta, buralı bir yaşlı amca, kızıyla beraber, Mevlevi giysilerinin ölçüsünü alıyordu. Ondan dinledim, “Tekke ve Zaviyeler kapatıldığında, buradaki tüm Mevlevi musiki alet ve giysileri, bir eskiciye satılmış. Ondan da, bir başkası satın alarak, Konya’da birilerine satmış bu eşyaları, bunları alanlar ne olduğunu pek bilmediklerinden, Afyonkarahisar’dan başkaları onlara Mevleviliği öğretmiş, o gün bugündür, Mevleviliği Konyalılar’a kaptırdık. Dedesi, burada 1001 gün çileye yatmış, sonra dede ünvanı almış. Yaşlı amcayı gelenek çağırmıştı demek buraya kadar. İşte, iki üç dakikada romanlara bile sığmayacak bir hayatın eşiğine yaklaşıvermiştim.
Sarsıldım.
Yandaki gördüğünüz fotoğrafı bugün Mecidiye Mahalesi’de çektim. İlgimi çeken ise yıpranmış, neredeyse artık yıkılmak üzere olan, hüzünlü bir ev oluşuydu. Geniş sofası, çokça odası olan bir evdi işte.
Afyonkarahisar‘da onca boyalı, tamir görmüş ve ‘tarihi’ ev varken ve bunları bile fotoğraflamışken, bu fotoğraf üzerinde beni yazmaya iten neydi bugün bilmiyorum.
Sanırım evin yıpranmış hali içimi acıtmış olmalı diye düşünüyorum. Nice yaşanmış hayatların kaybolup gittiği bir ev… Bu ev için hazan mevsimi başlamış olmalı.
Adını da koydum: “Perili Ev”(!)
Bugün pazar. Yapacak birşeyleri olan için güzel bir gündü. Yirmiden fazla fotoğraf çektim. Çoğunluğunu beğenmedim. Ama,gene de siteye yüklemeden yapamadım. Makinada yeni olduğum için istediğim verimi alamadım sanırım. Önceki makinam, alıştığımdan mıdır nedir,bana daha kolay gelmişti. Şimdikinin ise,bir hayli gelişmiş özellikleri var. Bunları öğrenmek zaman alacak gibi görünüyor.
Mustafa Kutlu‘nun kitaplarıyla tanışmam üniversiteye başladığım zamana rastlar. Her nasılsa Karadeniz’in yeşili bol bu şehrine kadar gelmişti bu kitap. Sayemde epeyce arkadaşım da okumuştu.
Ya Tahammül Ya Sefer‘den bahsediyorum.
Şimdi:
Mustafa Kutlu,bundan önceki bütün kitaplarını sadece Ya Tahammül Ya Sefer‘e hazırlık olsun diye yazmış olmalı diye düşünürüm.
Bu kitaptaki hikayeler, yazılırken Onu da ağlatmıştır, diye düşünüyorum.
Bu kitaptaki hikayeleri yazarken, artık bundan sonra yazamam demiştir, diye düşünüyorum.
Bu kitabı yazarken,okuyucularının da ağlayabileceğini aklına gelmiş midir?
Kitabın sonunda,hala ezberimizdeki son cümle; “Seni, içine yerleştirdiğin hayatı,gün gün sivriltip, parlattığın geleceğini anlıyorum”.
Kitabı okuyup bitirdiğimde,kalabalık bir öğrenci yurdu odasında, yatağımda,battaniyeyi başıma çekip ağlamıştım.
Üniversitede okuyan yeğenimin Kitaro dinlediğini görünce, gençlik yıllarıma döndüm .80’li yılların ortalarına doğru bizim nesil Kitaro hayranıydı. Bizim zamanımızda,ancak kırık dökük bir teyp yardımıyla dinlediğimiz Kitaro‘yu, artık yeni nesil, cep telefonu,küçücük flash belleklerde dinleyebiliyorlar.
Kitaro‘nun ülkemizde tanınması ise,80’li yılların ortalarında, TRT’de gösterilen bir Orta Asya belgeseliyle olmuştu sanırım.
Aslında gençler belkide farkında olmadan birbirinin devamı olan,yani,abilerinin dinledikleri değişen teknolojiyle beraber aynı musikiyi dinlemeye devam ediyorlar.
Tanpına,milli kültürün musikide devam ettiğini yazar.
Aslında değişiyor gibi olsak da,aynı döngünün etrafında dönüp duruyoruz.
Bugün Kitaro, yarın protest ezgiler, muhtemelen Zülfü Livaneli,bir süre sonra ilahiler; Neşet Ertaş, türkülere devam…Anlamadan, sırf sadece birileri dinliyor diye, dinlenecektir.
Sonrası…
Hayat devam ediyor. Sizden sonra da birileri gene benzeri hayatları yaşayacaklar.
Kendimize ait musikinin farkına varıncaya kadar da devam edecektir bu.
İnternet üzerinden bilgisayar ve internet dünyasıyla ilgili görüntülü haber ve yorumları izlemek istiyorsanız buyrun.
Kızımı bugün dershaneden almaya gittiğimde, ara sokakta bir yerde direğe asılmış vaziyette gördüm yandaki resimdeki afişi. Sanırım laf anlatmaktan usanmış bir esnaf derdini bez afişe dökmüş… Ben de fotoğrafını çektim. (Fotoğrafı büyük görmek isterseniz, buraya tıklayın.)
Selim İleri‘nin Zaman Gazetesi’nin ‘Cumaertesi’ ekinde yazılarını görünce doğrusu şaşırdım.Galiba ilk olarak Milliyet’te görmüştüm yazılarını, ne olduysa sonra Cumhuriyet’te yazmaya başladı. Son olarakta Zaman’da…
Romancılarımızın gazete sayfalarından da okuyucularına seslenmeleri benim hoşuma gider. Sevdiğiniz yazar, neler okumuş, neler düşünüyor, biraz olsun haberiniz olur.
Masamda İleri’nin iki kitabı duruyor: ‘Düşünce ve Duyarlılık’ ve ‘Seni Çok Özledim’. Her ikisini de öğrencilik yıllarında almıştım. Şahin hocanın tavsiyeleriyle…
Bakalım Selim İleri’nin Zaman’daki macerası ne kadar sürecek?
Afyon’da epeyce arayıp bulamamıştım, ne Pardus ne de Linux’un diğer sürümlerini. En sonunda Chip dergisinin Ocak sayısındaki cd imdadıma yetişti. Tamamen bilgisayarıma kurdum. Yani,iki işletim sistemi değil,sadece Pardus var artık bilgisayarımda…
Ancak, Pardus bu ülkenin üvey evladı sanki, bir bakar mısınız?
Bendeki de inat! Israrla internet üzerinden Pardus’ü indirmemekte kararlıyım. Bugün gene Afyon’u dolaştım, Pardus bulabilir miyim,diye. Nafile.Özdilek’deki bilgisayar dergisi reyonlarına bile baktım, acaba Linux dergilerinde filan edinirim diye düşünmüştüm. Yok,yok!
Bilgisayar malzemeleri satan bir dükkana girdim,adam tam webcam gösteriyor bir müşterisine onu satmaya uğraşıyordu. Sıra bana geldiğinde, “Pardus var mı?” dedim. Adam, “o da nedir,bir marka mı?” dedi.Adama, Pardus’ün bir Türk işletim sistemi olduğunu söyledim ve ‘hayırlı işler’ diledim.
Afyon’da sanırım Pardus kullanan yok.
Ben de bu sitede gördüm.Arizona Üniversitesi‘nin Türkçe eğitimi internet sitesi.Site 11 yıl önce hazırlanmış,daha sonra da galiba hiç güncellenmemiş.Cümlenin üzerine maosunuzu getirip tıklayınca cümlenin İngilizce sesli okunuşunu da dinleyebilirsiniz.
Yabancı dostlarınız varsa tavsiye edebilirsiniz.
Rahmetli hmet Hamdi Tanpınar’ın “Yaşadığım Gibi” isimli deneme yazılarını topladığı kitabında buna benzer bir başlığı vardı.Şuradaki resimleri görünce,bu başlık doğrusu ilham gibi geldi.
Yandaki fotoğraf bunlardan sadece birisi.
Sis hayatı zorlaştırırken,hayata da başka anlamlar yüklemenizi sağlıyor.Kırağı da öyle.Günlerdir,çoğu ağaç kırağıyla kaplı,âdetâ yılbaşı ağaçları gibi…Işıl ışıl…
Bloglar aslında sayfalarca yazı yazılan yerler değildir.Ülkemizde 1997 yılından itibaren yaygınlaşmaya başlamış,1990’dan sonra itibar görmeye başlamıştır. İnternet sitesi yapımcılarının sık kullanığı siteleri kaydetmek için yaptığı siteler daha sonra geliştirilerek bugünkü hâlini almış.Önceden weblog denilirmiş. Sonra buradaki we her nedense kaldırılmış,sadece bloğ kalmış.Günlük mânâsında da kullanılabilir.
Diğer ülkelerde olduğu gibi artık bizim ülkemizde de blog ve bloggerler var. Ve, bunlar dikkatle izleniyor.
Yazılı basında buna ilgi göstermiş, hattâ kendi internet sitelerinde blog vermeye başlamıştır.
Dünyada cumhurbaşkanı olup blog yazanlar vardır.
Ancak, Amerika, Azerbaycan ve Çin’de blog yazıcılarına pek iyi bakmadıklarını zaman zaman gazetelerde ve internet sitelerinde okuyoruz.Çin zaten yönetim biçimiyle,açıklığa karşı.Amerika ise,şirketlerde bazı olumsuz gelişmelere sebeb olacağı düşünülüyor.Buna rağmen çok ünlü blogger’ler var,bunlar Beyaz Saray’a davetli olarak bile çağrılıyor.
Blogların çalışma alanlarına olumlu katkısı olacağı muhakkaktır.